Şiir Versus / Eylül - Ekim 2020

Çorak Ülke

T.S. Elıot
Türkçesi: Tugay Kaban

Büyük Usta Ezra Pound için

Cenaze Töreni

Nisan en çekilmez aydır, yeşertir
Leylakları solgun toprakta, birleştirir
Arzuyu ve düşünceyi, canlandırır
Bahar yağmurlarıyla mat membaı.
Zemheri değiştirmedi içtenliğimizi, ilgisizce
Kaplayarak arşı karla, yeşertti
Naçiz bir yaşamı, kupkuru köklerde.
Hayret ettik yaz mevsimine, yaklaştıkça Siternbergörsi’ye
Bir sağanak yüzünden, revakların altında bekledik
Ve yeniden açınca güneş, yürüdük, Hofgartın’a doğru,
Kahve içtik sonra ve bir saat kadar sohbet ettik.
Bin gar keine Russin, stamm’ aus Litauen, ect deutsch.
Hatırlıyorum çocukluğumuzda, Avusturya prensinin evinde kalmıştık,
Kuzenim kızağına bindirirdi beni,
Lâkin korkardım. “Marie” derdi kuzenimde,
“Marie, sıkı tutun!” Sonra kayardık yamaçtan aşağı.
Dağlarda, hep hür hissettim benliğimi.
Epey okudum gecelerce ve soğuk vakitler güneye doğru indim.

Nedir, dallara güç veren o insiyak, onları inkişaf ettiren
Bu taş gibi bürudet içinde? Âdemoğlu
Söyleyecek sözün yok yahut aramıyorsun, çünkü bilebildiğin sâdece
Kırılmış yansımalar yığını, güneşin bizi alt ettiği bu yerde.
Hem sığınılmaz solmuş ağaca, umulmaz cırcırböceğinden çare,
Kurumuş meyva çekirdeğinden lezzet alınmaz. Ne var ki
İşte şurada, kızgın kaya parçasının altı gölgeliktir,
(Gel ve gir bu kızgın kayanın altına),
Görülmeyeni göstereceğim
Seher vakti, ardından seninle yürüyen
Veya akşam olduğunda
Siluetinden doğarak karşına dikilen gölgeni
Bir avuç ufalanmış toprakta, endişeyi göstereceğim sana.
Frisch weth der Wind
Der Heimat zu
Mein Irisch Kind,
Wo weilest du?

“Bir yıl önce bana sümbüller vermiştin;
Adım ‘sümbül kız’ kaldı böylece”.
– Geçenlerde, yine geç vakitte sümbül bahçesinden
döndüğümüzde
Kucağın doluydu, tüylerin ıslak, çıkmıyordu sesim
Ve görmezdi gözlerim, ne ölüye ne diriye benziyordum
Bilmediğim bir yokluğa, ışığın, sükûnetin
Kalbine doğru yönelmiştim.
Oed’ und leer das Meer.

Meşhur müneccim Madam Sosostris
Yaman bir nezleye tutulmuş, fakat hâlâ
Kehanet dolu bir deste tarotuyla
Avrupa’nın en bilge kadını diye bilinir. Bir vakit dedi ki;
Bu açtığım kart senin, boğulmuş Kenanlı bir gemici
(Bak! Şunlar da o gemicinin sedeften gözleri)
İşte burada da Belladonna, kayalıklar bakiresi
Makamıyla meşgul bir kadın.
Burada üç bastonlu bir adam ve feleğin tekeri
Ve sokur bir tacir ve bir kart daha
Ama kart solgun, tacirin taşıdığı bir şey sanki
Lâkin bakmam yasak. Ve ulaşamıyorum Asılan Adam’a da.
Bir şey daha; boğulurum diye kork dalgalarda!
Bir de izdiham görüyorum, çember olmuş dönüyorlar etrafında.
Eksik olmayın hanımefendi. Eğer sevgili Bayan Ekuyton’u görürseniz
İletir misiniz, zayiçeyi bizatihi getireceğim
Malûm zamanımızda tedbir çok gerekli.

Sahih olmayan belde,
Puslu bir zemheri fecrinin kavrukluğu içinde,
Londra Köprüsü’nün üzerinden bir yığın insan akıyordu
Aklıma gelmezdi, ölümün insanları böyle perişan edeceği.
Uğultulu iç çekişler, kısa ve seyrek nefeslerle
Hepsi ayakuçlarına dikmişti gözlerini.
Yamaçtan akarak, Kral Vilyım Caddesi’nden aşağı
Saat dokuzu cansız bir sesle son kez vurduğunda
Kutsal Mery Volnıt Kilisesi’ne geldiler.

Orada bir tanıdığı gördüm ve durdurdum O’nu, yakınarak: “Stetson!
“Benimle birlikte gemilerdeydin Mayle’de!
“Geçen yıl bahçene diktiğin o ceset,
“Filizlendi mi? Bu yıl çiçek açar mı?
“Yoksa apansız ayaz altüst mü etti tarhını?
“Oy, uzak dursun o Köpek, o insanların dostu,
“Yoksa tırnaklarıyla kazıyıp çıkarır yeniden dışarı
“Sen! Hypocrite lecteur! – mon semblable, – mon frère!

Bir Satranç Maçı

Hanımefendinin oturduğu iskemle, öylesine parlıyor ki mermerde
Sanki yaldızlı bir taht gibi; iskemlenin ayakları
Salkım salkım üzümlerle sarınmış; bir aşk idolü
Üzümlerin arasından öylece bakakalmış
(Bir başkasıysa gözlerini kapatmış kanadıyla)
Ve şu ayna, masanın üzerine doğurup bırakıyor
Yedi kollu şamdanın ışıltılarını ve işte orada
Atlasla bezeli kutulardan yükselen
Mücevherlerin parıltılarıyla oynaşıyor sanki
Fildişlerinden şişecikler ve rengârenk kadehlerin
Açıkağızlarından içlerine sinmiş
Merhemden, pudradan ve bulanık bir sıvıdan yapılma kokular
Duyuları sersemletip, boğuyor ve bunaltıyordu; pencereden
İçeriye dolan rüzgârla karışıp yükseliyordu kokular
Ve şamdanın uçlarındaki alevler yeniden yeşeriyordu, dumanları
Savruluyordu ve dumanlar altın tavanı dalgalandırıyordu.
Bakır kakmalı ve renkli taşlarla çevrelenmiş
Muazzam ve yaş halkaları belirgin
Yeşil ve turuncuyla yanık ağaç bir kaplamaya oyulmuş
Bir yunus yüzüyordu, taşların mahzun ışıltısında.
Antika şöminenin üzerinde
Bir pencere açılıyordu sanki bir orman manzarasına
Acımasız bir hükümdarın zalimce zorlayarak
Filomel’i istihale edişinin hikâyesini anlatıyordu
Nihayetinde bülbül o nakzedilemez sesiyle
İnletiyordu tüm çölü ve Filomel sükûnetle ağlıyor hâlâ
Dünya hâlâ vazgeçmiyor gâliz kulaklarıyla dinlemekten
Onun ‘côg cûg’ diye şakımasını.
Zamanın pörsümüş kalıntıları da anlatılıyordu ayrıca
Duvarların yüzlerinde, eğilip dışarı sarkmış
Dikkat celbeden bedenler, duvarların çevrelediği odayı
Derin bir sessizlikle doldurmuşlardı.
O sırada sürtünerek ayaklar geçti merdivenden.
Kadının şöminenin ışığında, baca fırçasından kısa saçlarının
Uçları ateş içinde yayılıyor, kor şekline dönüşüyordu kelimeler
Demek vahşice bir durgunluk saçılacaktı yine de.

“Sinirlerim bu gece berbat. Berbat evet. Yanımda kal.
Bir şeylerden bahset. Neden bir türlü konuşmuyorsun? Tek bir harf söyle.
Ne düşünüyorsun? Aklından geçen ne? Neler?
Ne düşündüğünü ne zaman bildim ki zaten. Hep içinde saklarsın.”

Düşünüyorum ki sıçanların geçtikleri yoldayız biz
Ölü adamların iskeletlerini yitirdikleri yerde

“Bu ses de ne?”
Eşikten esen rüzgâr.
“Bu gürültü ne şimdi peki? Bu rüzgârın amacı ne?”
Hiçlik bir kez daha hiçlik
“Bildiğin
Sadece hiçlik mi senin? Anladığın yalnız hiçlik mi?
‘Hiçlik’ unutmadığın bir tek bu mu?”

Hatırlıyorum,
Şunlarda o gemicinin sedeften gözleri.
“Hayatta mısın yoksa ölü müsün? Hiçbir şey mi yok kafanda?”
Fakat
Hey hey hey hey şu Şekspirvari paylama
Nasıl da zarif
Nasıl da ustaca
“Ne yapayım ben şimdi? Ne yapmalıyım?
Şu halde saldırsam sokağa, yolları arşınlasam
Saç baş tarumar. Ne olacak? Bugünden sonra ne yapacağız?
Yarından sonra neler?”
Saat on oldu mu sular sıcak
Yağmur saat dört gibi yağarsa eğer arabanın üzeri kapalı
Nihayetinde bir el satranç atarız
Kurnaz gözlerimizi sıkıp, kapının vurulmasını bekleyerek.

Lil’e kocası terhis edildiğinde, sözlerimi esirgemeden
Bizatihi yüzüne karşı söyledim
KAPANIŞ SAATİ LÜTFEN TOPARLANIN
Aklını başına topla. Biliyorsun, Albırt dönüyor.
Bi para vardı ya hani dişlerini yaptır diye verdiği
Nerede diye sorar şimdi. Tabii, verdiğinde oradaydım ben de
Yeminle söylüyorum, sana bakasım gelmiyor Lil
Çektir hepsini, latif bir takım yaptır şöyle, demişti.
Onaylamıştım ben de. Zavallı Albırt’ı düşün biraz da
Vaktini hoş geçirmek ister, dört senedir orduda
Eğer sende aradığını bulamazsa, başkasında bulur.
Gerçekten mi dedi, Aynen öyle dedim
O zaman kime şükran duyacağımı bilirim,
Sen şimdi bana nasıl derli toplu bakacağım onu göster demişti.
KAPANIŞ SAATİ LÜTFEN TOPARLANIN
Şu işi sevmesen de tahammül etmelisin
Yapamam diyorsan, başkaları koparıp alır dedim
Üstüne Albırt’ta çekip giderse, nerden bilecektim diyemezsin
Biraz mahcup ol, bayat görünüyorsun şu haline bak
(Daha otuz birindeydi oysa)
Suratı düştü, olamıyorum dedi
Düşük yapmak için kullandığım o haplar yüzünden hep.
(Beş çocuğu vardı zaten, küçük Corc’u doğururken de ölüyordu az kalsın.)
Eczacı bunlar iyi eder seni demişti ama toparlayamadım işte.
Sana budalalık gerçekten yakışıyor dedim
Albırt vazgeçmezse ne yapacaksın
Çoluk çocuk istemiyorsan ne diye evlendin?
KAPANIŞ SAATİ LÜTFEN TOPARLANIN
Ve Albırt o Pazar eve döndü, sofrada tütsülenmiş sıcacık jambon
Yemeğe beni de davet ettiler, sıcaklığı tatmam için-
KAPANIŞ SAATİ LÜTFEN TOPARLANIN
TOPARLANIN HAYDİ KAPATIYORUZ
İygeceler Bill. İygeceler Lu. İygeceler Mey. İygeceler Niin ni.
İygeceler. İygeceler.
İyi geceler hanımefendiler, İyi geceler tatlı hanımlar, güzel
geceler, hoş geceler.

Ateş Söylevi

Nehrin sayvanı çözülmüş; nihayetinde yaprakçıklar
Kenetlenip gömülüyor ıslak kıyının dibine. Duyulmadan
Bir esinti, kavruk coğrafyanın üzerinden geçiyor. Su perileri ayrılmış buralardan.
Mümbit nehir, usulcana akıver şarkı söyleyişlerim bitene değin.
Şu nehrin taşıdıkları, ne boş şişeler, ne sandviç kâğıtları
Ne ipek mendiller, ne karton kutular, ne sigara izmaritleri
Ne de yaz gecelerinin şahitlikleri. Buralardan ayrılmış su perileri.
Ve onların dostları da, sonra şehir idarecilerinin sürtük varisleri,
Tek bir iz bırakmadan kaybolmuşlar.
Ben de oturup Cenevre Gölü’nün sularıyla ağlaştım…
Latif Temz suları, usulcana akıverin, şarkı söyleyişlerim bitene değin.
Narin Temz suları usulca akıverin, zira uzun ve yüksek sesle konuşmam ben.
Ve birden bire ensemde buz gibi bir cümbüş
Ve peşinden kemik gürültüleri, kulaktan kulağa uzayan kıkırdayışlar.

Bir kış akşamı, gazhanenin arkasında
Sümüksü karnını kıyıya sürterek
Bir sıçan yavaşça yaklaştı otların arasından
Kanalın pis sularında avlanırken ben o sırada
Ağabeyimin deniz kazâsına dalıp gitmiştim
Ve ondan evvel ölen kral babamın vefatına…
Bembeyaz üryan bedenler ıslak toprağın altında,
Yıllardır sıçanların ayakları altında, takırdayıp duran kemiklerse
Saçılmış basık ve kör bir çatı katına.
Fakat zaman zaman duyarım
İlkbaharda Siviniy’i Bayan Portır’a getirecek
Boynuz ve motor seslerini…
Ah sanki ay
Bayan Portır ve kızının üzerinde parlıyordu
Ayacıklarını maden sularında yıkıyorlardı.
Et O ces voix d’enfants, chantant dans la coupole!

Cîk cîk cîk
Côg cûg côg cûg côg cûg
Edepsizce zorladı
Tereu

Sahih olmayan belde
Puslu, kavruk ve zemheri bir öğlen sisinin altında
Bay Yucınads, İzmirli tüccar
Yüzü traşsız, ceplerinden biri kuşüzümüyle dolu
Londra’ya taşıma ve sigorta ücretsiz: Ödeme yapıldıktan sonra da belgeler
İspanyol ineği gibi bir Fransızcayla
Bir öğle yemeğine ne dersin, dedi, Kannon Sokağı Oteli’nde
Ve hafta sonu da Metropol’de bir tatile…

Utangaçlık anında sırtı ve gözleri
Masadan doğrulur ve etten bir makina beklerken
Tir tir titreyen bir taksiyi beklerken
Kör ve iki cinsiyet arasında çırpınan Tiresyas’ım ben
Buruşmuş kadın göğüsleri olan bir ihtiyar adam, görüyorum
Utangaçlık ânında, şu akşam vakti cebelleşiyor
Eve doğru, gemicinin denizden karaya ulaştığı vakitte
Daktilograf da çay saati evinde, masasını siliyor
Sobasını ısıtıyor ve diziyor konservelerini masanın üzerine.
Korkulu bir biçimde pencerenin dışında asılı
Güneşin son ışık huzmeleriyle kurumaya asılmış çamaşırlar
Ve işte çoraplar, terlikler, kaşkorseler ve iç giysileri
Yığılmışlar şu divanın üzerine (bu divanda uyuyor geceleri)
Tiresyas’ım ben, buruşmuş kadın göğüsleri olan bir ihtiyar adam
Bu rezaleti ben gördüm ve bir kehanet dillendirdim–
Yolu gözlenen o misafiri de bir ben bekledim.
Varıp gelir yüzü çıbanlı genç bir adam
Alelade bir emlakçı kâtibi fakat bakışları utanmaz
Belli ki ayak takımından lâkin kendine güveni
Tıpkı bir Bredfordlu milyonerin başındaki ipek bir şapka gibi.
Tahmin ettiği gibi, şimdi tam vaktidir
Karınlar doymuş, kadın yorgun ve bezgindir
Dokunuşlarla bağlamaya çalışır kendine adam
Arzu etmez kadın ancak karşı da koymaz.
Kan yüzüne abanır, kendinden emin ve saldırır adam
Sürüklenen parmak uçları hiçbir engele takılmaz
Zaten hiçbir karşılık da beklemez küstahlığı
Hissizliği dahî pişkin bir suratla karşılar.
(Ve ben Tresyas, başımdan geçmişti benzerleri
Bu yatak yapılan divanda, ben de oynamıştım rolümü
Öyle ki ben Teb surlarının dibinde oturmuş
En aşağılık ölülerle yan yana yürümüştüm.)
Adam küçümseyici son bir buse bağışlıyor kadına
Ve avuçlarının yordamıyla iniyor merdivenlerden kör karanlıkta…

Kadın şöyle bir dönüp kadehe bakıyor şimdi
Sanki hiç farkında değil âşığının gittiğinden
Yarım yamalak şeyler geçip gidiyor belleğinden
“Bu iş de bitti; çok şükür bitti.”
Çılgınlığa her tenezzül ettiğinde güzel kadın
Odasını adımlarken yine yalnız başına
İstemsiz saçlarına dolanır parmakları
Ve bir plak yerleştirir fonogırafa.

“Bu müzik bana sular üzerinden süzülerek geldi”
Ve Kraliçe Viktorya Caddesine değin Sıtrend boyunca
Şehir, ey şehir, duyuyorum ben de bazan
Aşağı Temz Caddesindeki bir meyhaneden
Bir mandolinin lâtif sızlanışlarını
Ve içerideki gevezelikleri, uğultuları
Balıkçıların öğle vakti kaytardıkları yer: Şehit Magnus Kilisesinin
Duvarlarında
İyon taşlarının parlaklığı ve altının tarifsiz ihtişamı

Terliyor ırmak
Yağ ve katran
Mavnalar sürükleniyor
Alçalıp yükselen sularda
Kızıl yelkenler
Karınları dolmuş rüzgârla
Salınıyorlar ağır direkte
Köpekler Adası’nı geçince
Gırinviç’in aşağılarında
Mavnaların sularıyla yıkanan
Başıboş kütükler sürükleniyor
Veyâlâlâ leyâ
Vellâlâ leyâlâlâ

Elizabet ve Lestır
Kürekler suyu döverken
Yaldızlı bir deniz kabuğu misalî
Pupa biçimlendi
Kızıl ve altın sarısı
Köpüren sular
Eğip büktü kıyıları
Güneybatıdan esintiler
Nehirden aşağı taşıdı
Beyaz kulelerin
Çan seslerini
Veyâlâlâ leyâ
Vellâlâ leyâlâlâ

“Tramvay arabaları ve toz gibi ağaçlar.
Hayghböriy bunalttı, Riçmond ve Kîv
Gizledi beni. Dar bir kanoyla geçerken Riçmond yolunda
Sırtımı zemine yayıp kaldırdım dizlerimi.”

“Adımlarım Morgeyt’de, kalbimse altındadır
Ayaklarımın. Olup bitenden sonra
Tutamadı adam gözyaşlarını. ‘Yeni bir başlangıç’ için söz verdi.
Tek kelime etmedim. Ne diye gücenecektim?”

“Marget kumsalında
Tamamlayamam
Hiçbir şeyi bir şeyle…
Edepsiz ellerin dişlenmiş tırnakları.
Benim insanlarım mütevazı insanlardır beklemezler
Hiçbir şey.”
lâ lâ

Sonra geldim Kartaca’ya

Ateş içinde ateş içinde ateş içinde ateş içinde
Sen kurtar beni ey Tanrım
Sen kurtar beni

Ateşteyken

Su ile Gelen Ecel

Kenanlı Fılabes öleli iki hafta oldu,
Martıların bağırışlarını ve derin denizin kabarışlarını unuttu
Ve menfaatini ve yitirdiklerini.
Bir cereyan denizin dibinde
Fısıltılar içinde seçti kemiklerini. Yükseldi ve alçaldı Fılabes
Yeniden genç oldu ve yeniden yaşlandı
Girdaba çekilirken.
Mormon yahut Yahudi
Hey! Sen, dümeni çeviren ve rüzgârın estiği yöne bakan
Fılabes’i geçir aklından, o da levent, boylu posluydu bir vakitler senin gibi.

Gök Gürlemesiyle Duyulanlar

Terli suratlara yansıyan meşale kızıllığından sonra
Bahçelerdeki buz tutmuş sessizliğin ardından
Taşlı yollardaki şiddetli ıstırapların ardı sıra
Çığlıklar ve ağlayışlar
Hapishane ve saray ve ilkbaharda
Gök gürültüsünün yankılanışı uzak dağlarda
O yaşam dolu adam ise şimdi cansız
Yaşam dolu bizler ise ölmekteyiz şimdi
Tükenmek üzere sabrımız

Burada su bulunmaz fakat kaya parçası bulunur
Kaya parçası ve olmayan su ve kum renginde bir yol
Dönüp dolanıyor yukarı doğru, dağların arasına
Bu dağlar su bulunmaz kayalardır
Su bulunsaydı hemen durup içerdik
İnsan bu kayalar üzerinde durup düşünemez bile
Tuzlanmış ter ve kumda gömülü ayaklar.
Ölü dağın kurumuş, çürük dişli ağzından çıkacaktır
Eğer bu kayalar arasından su çıkacaksa
Ne ayakta durabilir insan, ne yatabilir, ne de oturabilir burada
Sessizlik bile bulunmaz bu dağlarda
Yağmuru söylemeyen kuru bir gök gürültüsü dışında
Bu dağlarda yalnızlık dahî barınmaz
Lâkin sinsi, kırmızı ve alaycı suratlar homurdanır
Sıvaları çatlak duvarlı evlerin kapılarında
Su bulunsaydı eğer
Ve kaya parçası olmasaydı
Kayalar olsaydı
Fakat su da olsaydı
Su ile
İlkbahar
Kayalar arasında bir gölet
Ne ağustosböceği
Ne de şarkıları kuru otların
Su sesi duyulsaydı yalnızca
Bir su sesi yayılsa bir kayanın üzerinden
Çamların arasından bir münzevi ardıç kuşu şakısa
Şıp şıp şıp şıp şıp şıp şıp
Ama su bulunmaz buralarda

O yanında yürüyen üçüncü kişi de kim?
Ne vakit saymaya kalksam sen ve ben, yalnız ikimiz
Fakat kaldırıp da başımı solgun demiryoluna doğru bakınca
Kukuletalı, kahverengi bir harmaniyle süzülerek yürüyen
Birini görüyorum hep yanında
Seçemiyorum bir erkek mi, kadın mı?
– Ama kim o senin yanında yürüyen?

Nedir göklere yükselen bu ses?
Bir annenin ağıt mırıltısı
Uçsuz bucaksız ovada, çatlak toprakta tökezleyerek
Toplanan bu kukuletalı kalabalıkta nesi?
Mat bir ufuk çevrelemiş hepsini.
Dağların üzerindeki bu şehir de hangisi?
Çatlamalar ve devrimler ve göğün mor yüzünde patlamalar
Düşen kuleler
Kudüs, Atina, İskenderiye
Viyana, Londra
Sahte

Bir kadın sımsıkı gerdi uzun kara saçlarını
Ve bir keman fısıltısı saçıldı bu tellerden
Ve yavru suratlı yarasalar bu mor ışıltıda
Kanat çırpışlarla ötüştüler
Ve isli bir duvardan aşağı süzüldüler tepeleri üstüne
Çan seslerini andıran çınlamalar
Seslerin uğuldadığı boş sarnıçlar ve tükenmiş kuyularla
Hisarlar havada baş aşağı oldular

Bu çürük çukurda, dağların arasında
Küçük kilisenin etrafında, dağılmış mezarların üzerinde
Çimenlerden bir müzik yükseliyor, solgun ay ışığında
O küçük yoksun kilise, rüzgârın yuvası sadece.
Penceresi yok, kapısı öylece savrulmakta
Kime zarar verecek kurumuş kemikleri
Yalnızca bir horoz tünemiş saçağına
Bir şimşek ışıltısıyla
Ü ürüü üüü ü ürü üüüü
Sonra yağmuru getiriyor bir fırtına.

Ganj’ın suları çekilmişti ve pörsük yapraklar
Bekliyordu yağmuru, kara bulutlar
Uzaklarda, Himalayalar’ın üstünde sıra sıraydılar.
Orman sükût içinde fakat sıkıntılıydı
İşte o vakit gök, gürültüyle sesini çıkardı.
DA
Datta: Verdiklerimiz nelerdir?
Dostum, titretiyor kan yüreğimi
Bir anlığına rezil bir cüretin teslimiyeti
Öngörülü bir yaşanmışlık dahî kurtaramaz bundan kendini
Bunlarla, biz bunlarla var olduk sadece
Bulamazsınız bunları ardımızdan yazılacak şeylerde
Ne cömert bir örümceğin sarıp sarmaladıkları arasında
Ne de çelimsiz dava vekilinin bomboş odalarımızda
Kırdığı kurşun mühürlerin ardında
DA
Dayadhvam: Nasıl duymam anahtarın
Bir kez, yalnız bir kez döndüğünü kapıda
O anahtarı herkes düşünür kendi zindanında
Herkes anahtarı düşününce, benimser zindanını
Uhrevi bir söylenti yayılır akşam karanlığında
Beli bükük Koryalanus yeniden canlanır bir anlığına
DA
Damyata: Tekne şen şakrak
Kürek ve yelkenle cevap verdi usta ellere
Durgundu deniz, davet ettiğinde
Seni çekip çevirecek eller
Yüreğin nazikçe ses verecek o ellere

Oturmuş kıyıda
Balık tutuyordum, ardımda kurak bir ova
Niye bir intizam vermeyeyim en azından şu topraklarıma?
Yıkılıyor yıkılıyor yıkılıyor Londra Köprüsü
Poi s’ascose nel foco che gli affına
Quando fiamuti chelidon
– Hey kırlangıç, kırlangıç
Le Prince d’Aquitaine a la tour abolie
Yıkıntılarıma karşı payanda yaptım bu bölümleri
Neden uymayayım öyleyse size? Hiyeronimo delirdi yine.
Datta. Dayadhvam. Damyata.
Şantih. Şantih. Şantih.