Şiir Versus / Aralık 2020 - Ocak 2021

Nicanor Parra: Anti-Şair Yaşamı Mahalli Ağızlarda Arar

Çeviren: Ahmet Ölmez

“Anti-şiir” tabirini a priori mi yoksa a posteriori mı olarak kullandın?

Poemas y Antipoemas kitabı a posteriori olarak ismini buldu. Kitabı 1938 yılında yazmaya başladım, ama başlığına 1949 veya 1950 yılında İngiltere’de rastladım. Bir kitapçıda gezinirken Fransız şair Henry Duche’ün Apoemas kitabına denk gelmiştim. Yani “anti-şiir” tabiri 19. yüzyılda zaten kullanılıyordu, ama muhtemelen Yunanlılar bile bu tabiri kullanmıştı zamanında. Ne var ki bu tabir bana a posteriori olarak geldi çünkü kitabı yazmaya koyulduğumda kafamda bütüncül ve belirgin bir kuram yoktu. Şimdi de anti-şiir felsefesiyle bağdaşan temaları araştırıyorum, ama tabii olarak bunlardan bazılarını daha yoğun bir şekilde tecrübe ettim. 1935 senesinde hususi bazı sorular sürekli zihnimde belirip duruyordu ya da daha doğrusu birkaç kafa karışıklığının mağduru haline gelmiştim. O zamanlarda anladığımız şekliyle şiirin yüzde yüz işlevsel olmadığını düşünüyordum.

En takdir görmüş şiirler bile gönlümü fethedemiyordu; şiir ve hayat arasında tarif edilemez bir mesafe vardı. O dönemin şiiri tercihen edebi ortamlarda varlık kazanırken hakikatte yaşadığımız hayatın sorunları hiçbir yerde gözükmüyordu. Şairler konuşmak yerine ya şarkı söylüyordu ya da terennüm ediyordu ve bu bana büyük bir tuhaflık gibi geliyordu. Ben dilin edebi eserlerin dilinden ziyade bir halkın diline daha yakın olduğunu düşünürüm. O esnada bir buhran sürecinde olduğumun farkına vardım. Bu buhrandan kaçmam gerekiyordu, ama bunu nasıl yapacağımı bilmiyordum. Tarihsel ve eleştirel yöntemden başka bir şey gelmedi aklıma. O sırada bu soruna çözüm olarak neyi sunacağımı da bilmiyordum. Kendimi bir dizi afiş veya slogan olarak görüyordum. Evet, üniversiteden mezun olmuştum, ama bütüncül ve tekil bir insan haline gelmemiştim henüz. Dönüştüğüm şey basitçe söylemek gerekirse…

Bir makine miydi?

Hayır, bir makine bile değil. Doğrusu şu ki dediğim veya düşündüğüm şeyler önceden duyduğum veya mekanik bir şekilde tekrarladığım şeylerdi ve ortaya çıkan ürün doğru düzgün olduğu sürece şikâyetçi değildim. Bu noktada vicdanımın tatbik ettiği hayati değerdeki bir teftişle kendimi silkeledim. Bu buhran nereden geldi veya şiir hep mi böyleydi? “Bir bakalım, bir geriye dönelim,” diye düşündüm ve bu noktada her akımın, her Avrupalı “izm”lerin eleştirilebilir düzeyde olduğunu gördüm. Aynı zamanda mensup olduğu akımın edebi yapısına rağmen muazzam şiirlere denk gelmiştim çünkü bu şiirler o akımın sınırlarını aşıyordu. Böyle geriye doğru gidip nihayetinde Rönesans dönemine varınca Şili’de yazılan bu zarif şiirin, bu doldurulmuş gömleklerden ibaret şiirin sınırlarının kaynağının burası olduğunu anladım. Aklımda büyük şairler haricinde biri yok; Neruda kelimeleri her daim bir şeyi iletmek için bir araya getirse de buna bile (özellikle de resmi zeminlerde) itiraz edilmişti. Rönesans döneminde kötü bir başlangıç yapıldığının farkına vardım, o zamanlar şiir salon için yazılıyordu, yüksek toplumsal sınıflar için aristokratik bir şiir vardı, fazlasıyla geleneksel bir şiirdi bu. Ne var ki daha da geriye giderek Orta Çağ dönemine varma şansını elde ettim. Eski romansları okurken kara toprakta yürür gibi hissetmiştim kendimi. Bu şiirler şüphesiz itiraz kabul etmez. Akla trubadurlar, 12. yüzyılın Goliardları, Carmina Burana ve Cologne’nın ser-şairi geliyor. Görünen o ki o çağda insan başını eğer eğmez şiirde hayatı buluyordu. Dahası, hayati şiirler yazan bu kimselerin aynı zamanda hayati insanlar olduğunu fark ettim, öyle saray mensubu kimseler falan değil. Daha da geriye gittiğimde farkına vardım ki esas sevmediğim şey Yunan ruhuydu (zaten Rönesans şiiri de nihayetinde Yunan ruhunun yeniden yükselmesiydi). Genel olarak Yunanlılar için şiir ve sanat güzelliğe adanan bir ilahiydi, hayat için değil. Şansıma (a posteriori olarak bildiğim bir şeydi bu) tipik klasik bir ruh olan Aristo’nun karşısında bir anti-Aristo vardı: Aristofanes. O zamanlar kendimi Aristofanes’e daha yakın hissediyordum. Sonradan Aristofanes’ten önce bile birçok şeyin olup bittiğini gördüm. Yunan şairlere dair bir antolojiyi gözden geçirirken Arşilokos’la uyum içinde olduğumu gördüm. Bugünlerde demeye cüret ettiğim şeyleri milattan önce sekizinci yüzyılda söylediğini gördüm. Şimdilerde dönemin lirik normları diyeceğimiz şeyleri bütünüyle altüst etmişti. Cins adlaştırma açısından bir anti-şairdi. Sonradan Kallimakos ve Nikarkos gibi tarih boyunca vücudun gizlenen eklem noktalarını teker teker keşfetmeye başladım. Bütün bu unsurları aynı zamanda ve bir arada ele alınca az çok belirgin bir görüntü elde ettim. Bu görüntü günümüzün anti-şiirinin, modern anti-şairin görüntüsüydü. Bu teftiş safhasında kayıp olan esas birliktelik merkezi olan o eklektizm düşüncesiydi: Anti-şair her şeyi gözden geçirerek kendisine ait olan parçaları seçip alırdı.

Söyleşi: Patricio Lerzundi
Devamını Aralık-Ocak sayımızda okuyabilirsiniz.